NEFSİN KARA KUTUSU
NEFSİN KARA KUTUSU
HATİCE FAHRUNNİSA
İnsan kendisiyle kavga ettiği zamanlar sonrasında içinde büyük bir boşluk hisseder. Anlamlandıramaz, karşı koyamaz. Hem de öyle sıradan bir boşluk değildir bu. Midenize oturur. Göğsünüzü düğüm düğüm yapar. Hayal kırıklıkları, halsizlik, erişememe hissi, huzursuzluk eşlik ederken canınız artık hiçbir şey yapmak istemez. “Bir şey eksik” der durursunuz. Kimini gece yarısı mutfağa sürükler, kimini ilişkiden ilişkiye. Kimi alışveriş torbalarına yükler ruhunu, kimi sosyal medyada süsler kederini. Bazısı “ben güçlüyüm” diye kasılır, bazısı “benimle ilgilenin” diye içli içli ağlar.
Hiçbir şey yetmez. Yersin, içersin, sevilirsin… Yine yetmez. Aç olan bedenin değildir, göremezsin. En çok sosyal medyada çığlık atıldığını görürüz elimizden düşmeyen telefonlarla. Başkasının hayatına üzülürsün, kıyasın tuzağına düşersin. Gördüğünüz filtreli çırpınışlardan başkası değildir. Kıyasa düşüp eksik hissedersin. Sonra kendini suçlama cehenneminde yanmaya başlarsın. “Ben nerde yanlış yaptım?” Cevap hep önce başkasıdır, sonra kendin, en son kader…
Hayır yanlış yapmadın. Sadece henüz içindeki boşlukta yatan büyük bir potansiyel olduğunu bilmiyorsun.
Derken “Biri beni kurtarsın” , “Biri gelsin de beni anlasın, tamamlasın…” duaları başlar. Yok öyle bir Mehdi. Varsa da anlık çözümler sunar. Sen kendini yormaya devam ettikçe kimse yetişemez zaten. Hala kurtuluşun dışarda zannediyorsundur çünkü.
Artık canın hiçbir şey istememeye başlar. Yorgunsundur. Hiç enerjin yoktur. Hiçbir şey hissetmemeye başlarsın. Ya da öyle zannedersin. Oysa bir sevdan vardır belki yarım kalmış . Ona dokunmamak hatta dokundurmamak için mesafeler çizersin. Sanırsın güç gösterisi. Yok, o güç değil emin ol. Düşmemek için tutunduğun bahanelerin.
İçindeki boşluk seninle nasıl konuşuyor şimdi fark ediyor musun ?
Bazen de o boşluk muhteşem bir şekilde entelektüel kıyafetler giyer. Kitaplar, cümleler, teoriler… Her şey masaya dizilir. Lakin gözden kaçan bir şey vardır ki o masada bir niyet, bir bilinç, bir ruh yoksa, bilgi kibir olur. Zihin şov yaparken kalp açlıktan kurur.
Gelelim “bunların hepsi kader” bahanesine. Teslimiyet görünümlü teslimiyetçilik yapmaya da başlarsın. Teslimiyet güzel elbette. Fakat bu zannettiğin teslim olma hali değil. Ancak yorgunluğunun teslim bayrağını göstermesi diyebilirim. Gerçek teslimiyet mi? Ancak ateşin içinden yürüyüp hâlâ inanabilmekte yatar.
İçimizdeki boşluğu iyi dinleyelim bize ne diyor.
Kendi potansiyelimizin fark etmemiz ile kabımızın ne kadar genişlediğinin ölçüsünü sunar o boşluk bize. Potansiyelimizin sessizliğidir bir bakıma. Toprağın kendine yer açmasıdır, kabarmasıdır. Yoksa köklerimiz nasıl büyüyecek.
Çünkü mesele doyurmak, o boşluğu doldurmaya çalışmak değil, kendine uyanmaktır.
Aslında rahmettir. İnsanı kendine döndürür. Allah’ın içimize koyduğu bir kudrettir. Eksikliğinle yüzleşmeden tamamlanamazsın demesidir. O boşluğa ya kendini gömersin ya da ondan kendini yeniden doğurursun.
Bizim en büyük hatamız, bu boşluğu "hata" ya da "kusur" olarak görmek. Hemen düzeltilmesi gereken bir arıza zannediyoruz. Oysa bastırdığımız duyguların ve karşılanmamış ihtiyaçlarının kara kutusudur. Çocukluğumuzdan kalma, üstünü örtmeye çalıştığımız, "kimseyi hayal kırıklığına uğratmayayım" diye ertelediğimiz bütün o kendi olma arzusu oradan sızıyor.
Boşluğu sürekli dışarıdan gelen bir sevgiyle, bir unvanla ya da bir tüketim çılgınlığıyla doldurmaya çalışmak, kırık testiyle su taşımaktır. Ne kadar dökersen dök ne kadar taşırsan taşı dibi deliktir. O delik de ancak içerden kapanır.
Açık söylemek gerekirse boşluk pasif bir enerjidir, çeker, çöker, tüketir. Dengesi ise hayat enerjimizi yükseltmekle, içimizi diri tutmak ile gelir.
O yokluk, tüm olasılıktır!
Yani tüm olasılıkları içinde barındıran ham bir alandır. Tıpkı müziğin temelini oluşturan sessizlik gibi. Ressamın önündeki boş bir tuval gibi…
Eğer o boşluğu hemen gürültüyle, aceleyle doldurmaya kalkarsan, içindeki o yaratıcı sessizliği de boğarsın. O sessizlik aslında senin Yaradan'la, evrenle ya da kendinin en derin katmanıyla temas noktandır.
İçsel boşluğu bir nefes alma alanı gibi düşünelim. Sürekli konuşursak nefes alamayız. Sürekli doldurursak yeni bir şeyin oluşmasına yer bırakmayız. Kabul edip direnmediğimizde o kara delik yavaşça bir kaynağa dönüşür. Oraya ne ekersek, o bitecektir. İşte hayat enerjisi dediğimiz, bu kabul anından sonra başlar. Dönüşümün gücü, o dipsiz kuyuya bakmaya cesaret etmektir.
Hayat enerjisini yükseltmek, o boşluğu yok etmek değil, onu rehberin yapmakla olur. Telefonu, televizyonu kapat. O boşlukla otur. Ne hissediyorsun? Yargılamadan, sadece gözlemle.
"Anlamlı bir şey yap!" mesajını duyacaksın. Küçük bir hedef koy. Yeni bir dil öğrenmek, bir fidan dikmek, birine karşılıksız yardım etmek... Sana ne kolay geliyorsa. Fıtratına ne uygunsa. Ve artık bahaneleri bir kenara bırak. O anlamlı çaba, boşluktan akan enerjiyi somut bir şeye kanalize eder. Pozitif olmana sebep olur. Yavaş yavaş canlılığı hissedersin.
Kendine karşı da nazik olmayı unutma. Kendine "Yalnız hissetmek zordu, haklısın" de. Eleştirmeyi bırakıp, kendi en yakın dostun ol. Öz sevgi, o boşluğun çevresine örülen en sağlam duvardır çünkü.
Zaten en en büyük doluluk da en derin boşluğun kabulünden doğar. Boşluk bizim düşmanımız değil, bizlerle konuşan bir bilgedir. Onu dinle, doldurmaya çalışma.
O zaman o bilge, hayat enerjinin kaynağı olur.
O zaman biliriz ki içimizden geçen fırtına bizi yıkmaya değil, yoğurmaya gelmiştir. Ve artık anlarız ki çektiğimiz acı bir boşluk değil, bizi hakikate yönlendiren bir çağrıdır.











Yorumlar