KENDİNİ TANIYAN ZİHİN
KENDİNİ TANIYAN ZİHİN
HATİCE FAHRUNNİSA
Zihnin ne olduğunu kavrama, dünyaya bakmanın değil dünyayı kendimize temas ettirmenin adıdır diyebiliriz. İnsan yalnızca gördüğü şeyi anlamaz. Kendine değeni, içinde yankı bulan şeyleri kavrayabilir. Kavrayış yalnızca bilgi ile değil tam bir farkındalıkla olur. Bu farkındalık ise doğrudan kendilik bilincine yaslanır.
Kendilik bilinci insanın yalnızca kim olduğunu bilmesi değil, kendini ne zannettiğini, neye dönüştüğünü, ne olmaktan korktuğunu ve neyi olmaktan utandığını da bilmeyi gerektirir. Zihnin kavrama gücü bu bilincin dürüstlüğüyle doğru orantılıdır. Zihin dış dünyayı anlamaya çalışırken aslında bir nevi iç aynaya çarpar.
Bu gördüğüm şey bana ne söylüyor?
Bende hangi kapıyı aralıyor?
Bir insan kendilik bilincini inşa etmeden zihnini kâfi derecede kullanamaz. Çünkü kavrayış boşlukta filizlenmez. Toprağa, suya, havaya ve güneşe ihtiyaç duyar. Hakikatle dolu bir ben, zihnini bir ölçü ve bir tartı gibi kullanır. Ama benlik şuurundan yoksun bir zihin gördüğü her şeyi kolaylıkla çarpıtır. Çünkü gözlük çamurludur, mercek çatlamıştır. Hakikati değil kendi gölgesini büyütür.
Tasavvuf ehli bu yüzden “Nefsini bilen Rabbini bilir” derken, bilginin dışsal verilerle değil içsel temizlenmeyle açılacağını ima eder. Çünkü zihni arındırmayan bir benlik sürekli savunma halindedir. Eleştiriye kapanır, özeleştiriye kördür. Yani kendini anlamayan biri hiçbir şeyi tam anlamaz.
Kendilik bilinci zihnin kavrayışına alan açar. Utanılmadan bakabilmeyi, çarpıtmadan düşünebilmeyi, savunmadan anlayabilmeyi mümkün kılar. Bu bilinç arttıkça zihin, hakikate daha fazla temas eder. Dolayısıyla insan, bilgiyi yalnızca ezberlemekten çıkarır. Onu kendisiyle yoğurur, içselleştirir. Marifet bilgisi doğar. Hikmet yeşerir.
Ve nihayetinde zihin bir ayna olur. Dışarıyı yansıttığı kadar, içeriyi de en berrak haliyle gösterir. Kim olduğumuzu bilmeden, başka şeylerin ne olduğunu ayrıntılarıyla bilemeyiz.
Zihni kavramak sadece düşünce üretmek ve çözüm bulmaktan ibaret değildir. O düşüncenin arkasındaki benliği ve tepkileri de tanımaktır. İnsan zihniyle işe başlar, farkındalıkla yol alır ama yalnızca akıl kemâle erdiğinde hakikate gerçek anlamda yaklaşır. Çünkü zihin, kendilik bilinci olmadan yalnızca kuru bilgi toplar, akıl ise bu bilgiyi usulünce işleyerek hikmete dönüştürür.
Ne var ki her akıl da kemal mertebede değildir.
Zekâ yetmez, sistemli düşünmek kâfi gelmez, okumuş olmak da yeterli olmaz. Çünkü kemâl, yalnızca zihnin keskinliğinde değil, yönelişin istikametindeki sahihliğinden doğar. Hangi yöne ne gibi verilerle baktığına göre şekillenir. Eğer bu yöneliş sadece bireyin ilkel arzularını, korkularını, egosunu besliyorsa, zihin çalışır ama doğruluk üzere kanıta dayalı olarak çalışmaz.
Akıl vardır ama kendine etrafında devinir, gerçeğe odaklı olmadığından hakikate hizmet etmez.
İşte tam burada, Hz. Peygamber’in önderliği devreye girer. O, sadece bir yol gösterici değil, aynı zamanda aklı eğiten, onun yönünü vahye göre tayin eden, kalbi ve zihni aynı çizgide muhteşem bir ahenkle tutan hakikatli bir rehberdir. Kur’an ise bu rehberliğin kelam sırrına bürünmüş şeklidir. Hem akla seslenir hem aynı oranda vicdana. Hem düşünceyi ayrık otlarından arındırır hem sahih bir yön verir.
“Akletmez misiniz?” sorusu, sadece bir uyarı olmaktan ibaret değil, onunla birlikte sağlam bir çağrıdır. Zihnin varsa, onu kendine çevir ve esaslı şekilde oku.
Bu nedenle zihni kavrama hakikate giden yolda sadece bir ilk adımdır. Asıl mesele bu zihni, Kur’an’ın ışığında yalpalamadan çalışan furkan olmuş cevval bir akla dönüştürmektir. Ancak bu akıl sadece bilgiyle değil, gerçek bir tevazu, sahih bir içgörü ve disiplinli bir yönelişle kemâle erer.
O zaman kişi sadece bilir olmakla kalmaz derinden derine anlar da.
Yalnızca anlar olmak değil, gerektiği şekilde değişir de.
Ve bu değişim, özüne dönen bir ruhun sessiz ama hakikatli bir şahididir.
Yorumlar