İLK CÜMLELERİN ZORLUĞU
İLK CÜMLELERİN ZORLUĞU
SERKANT DERVİŞOĞLU
İlk cümleler hep zordur. Kafanı toparlayamazsın, seni motive edecek birkaç şey ararsın ve sürekli zihnin kaçamak düşüncelere, uğraşacak başka şeyler aramaya koyulur. İlk cümleler hakikaten zordur; “Nereden başlasam, nasıl uygun kelimeyle yazsam ve anlamlı olsun?” gibi bir savaş verdiğin andır o.
Aynı bir kıza açılmak gibi; hiç tanımadığın ya da bir süre tanıdığın birine ilk yaklaşım ve ağzından çıkacak ilk lafız… Emin olmak ve olmamak arası gitgeller yaşadığın sürecin artık son haddine gelmişsindir ve bir şey söylemen gereklidir.
Herkes yaşamıştır bu süreci. Yaşamayanların vay haline… Sonuçları istediğin gibi veya değil; bana kalırsa onu yaşamak bile harikadır, sonuçları ne olursa olsun. Hayal kırıklıkları veya gönlünün gül bahçesine dönmüş olması benim için aynı mesafe. Bizler bir şeyler yaşayarak evriliriz ve öğrenip yaşamımıza geçiririz. Bana kalırsa düşmek veya iflas etmek daha çok şey öğretir ve kişiyi inanılmaz bir sıçrama tahtası gibi yüceltir; tabii ki bunu iyi yorumlayabilirsen.
Aynı rüya gibi Küçük Prens
İlk cümleler zordur; çünkü nereye gideceğini ve başına neler geleceği konusunda hep bir endişen vardır. Sonuç itibarıyla ağzından çıkanları yorumlayacak birileri vardır; onların bunu nasıl yorumlayacağı endişesi hep olacaktır. Hem iyi hem kötüdür bu. Aklının bir ucunda tedbirli olma hissi, yani fazla coşup rezil olma olasılığından kurtardığı gibi “Nasıl düşünürler?” derdiyle kendini fazla sınırlaman, yani başkalarının hissine karşı bu kadar duyarlı olman seni sen olmaktan çıkarır. Sonuçta korkunun ölüme çaresi yok, şekerim.
İlk cümleler zordur, biliyorum ki bu tekrarım canını sıksa da, küçük prenses… O anın gelişini ertelediğin ve yokuşa sürdüğün sürece bu, cehennem azabı şeklinde hayatın tatsız ve suni, sasık bir hal alacak. Aksini yaptığın zaman aynı Mevlevî Âyininde ruhların yaratılışı metaforu olan Ney taksimine başlayacağın an gibi düşün.
O anki zamanın, mekânın sınırları içerisinde bulunduğun kutsal ortamın yokluğunu iliklerine kadar hissettiğin bir dönüşümün şahidi gibidir adeta.
Bazı insanlar rüyalara çok önem verir. Öyleleri vardır ki onlarla yaşarlar; sürekli tabir ettirirler. Tabir edenin kafası Perşembe Pazarı olmuş zaten. Bu gördükleri rüyalar, ciddi bir motivasyon ve özel hissetme vesilesi olmuştur. Neredeyse her gece bir evliyaya misafir olurlar; anlayacağın, her gece bir yerde eğlenir. Yerler, içerler, gezerler; her mekânda tanırlar o âlemde yani.
Tabii muhakkik olanları ayırıyorum; onlar çok anlatmaz da zaten, bunu bir marifet gibi çıkmaz piyasaya. Dediklerim piyasacılar… Velhasıl, çok sevdiğim bir zat —nur içinde yatsın— Mehmed Efendi ile sohbet ediyoruz. Dedim ki: “Efendim, bu rüya işi anlam vermekte zorlandığım ve bana göre de olmayan bir şey. Adam, daha gözünün önündekini yapmaktan aciz, rüya âleminde fink atıyor.”
O da dedi ki: “Evladım, esas bu yaşadığın âlemi tabir etmen gerekir. Orası… Takmamakla iyi etmişsin.”
Hakikaten öyledir ki, biz daha gördüğümüz şeyleri yorumlamaktan aciz hale geldik. Neden bunlar oluyor, niye bu sahte mal ve mülk üzerinden ve etiketlerimiz üzerinden yaşama gereği duyuyoruz diye hiç düşünmüyoruz. İlla bir ölüme yakınlık, başımıza kötü bir şey gelmesi, bir iflas mı yaşamamız gerekiyor?
Bir insanın Instagram’ını stalk'lamak çok güzel, gayet iyi analiz ve yorum yapıyorsun. Ama iş, sefil yaşamına gelince; hayal âleminde yaşadığın tuhaf dünyayı analiz etmekten gözlerine mil çekilmiş gibi… Hem aciz hem masum halde gezmeyi iyi biliyorsun, küçük prens.
İlk cümleler zordur; çünkü her biri, kendinle hesaplaşmanın kapısını aralar.
Yorumlar