HANİ BENİM ÖZGÜR İRADEM ?
Kendi gerçekliğimizden bizleri alıkoyan ve merkezimizden ötelere savrulmamızı sağlayan bir hastalığımızın var. Ne kadar farkındayız bilmiyorum fakat istisnasız hepimizde olan bir hastalık bu.
Egomuzun bir kurtarıcı, bir yol gösterici yarattığı, gücün bizde olduğu kandırmacası ile gözlerimizi boyayıp değerlerimizi kullanma özgürlüğünü bir başkasının ellerine teslim etmekten söz ediyorum. Allah’ın bize kullanmamız için verdiği gücümüzü, irademizi başkalarının ellerine bırakıvermekten!
Bizi merkezimizden, daha doğrusu merkezlenmekten uzaklaştıran, nefs-ruh ve beden bütünlüğünden sıyıran bir haldir bu.
Dışarıdan gelen tüm etkilere rağmen insanın kendi merkezkaçında durması merkezinde olmaktır. Orası sessiz ve sadedir. Sükûndadır. Tüm hallerini kabullenip çözme durağı kendi merkezimizdir.
Dış etkenlerden ve zihnimizi allak bullak eden düşüncelerden kurtulmak kolay mıdır?
Elbette değil. Dışarıdan gelen tüm onaylara, tüm çözümlere, tüm ilgilere o kadar alışkınız ki buna inanarak oluşturduğumuz bilincimiz bizi kendi merkezimizden sürekli fırlatmak için fırsat kollar.
Bu fırtınadan sağ salim çıkmak mümkün müdür ?
Evet. Fırtına gözü ile kurtulmak mümkün. Fırtınanın gözü kasırganın en sakin yeridir. Merkezidir. Etrafında şiddetli bir fırtına varken gözde kuşlar bile güvenle uçabilir, o kadar sakindir. Orada bir müddet kalabiliriz. Fakat fırtınanın gözü aslında tehlikelidir. Fırtınanın bittiğine inanmanız için sizi kandırır. Sakin merkez yukarıdan geçtiğinde bazı insanlar dışarı çıkar. Daha sonra kasırganın diğer yarısı geldiğinde zarar görebilirler. Yani tam kurtulduğumuzu zannederken bir başka tetikleyici olay acı bedenimizi uyandırıverir. Geçmişte yaşadığımız olumsuzlukların verdiği acıyı tekrar yaşamaya başlayabiliriz.
Fırtınanın gözü aynı zamanda bir lütuf da olabilir. Denizciler genellikle sükûneti, fırtınanın geri kalanı içeri girmeden önce teknelerini bağlama şansı olarak kullanırlar. Sünnetullahın işleyişindeki bu güzel örneğin merkezimizde kalmanın ehemmiyetini çok güzel anlattığını düşünüyorum.
Acı beden, son zamanlarda kişisel gelişim yazılarında da gördüğümüz bir terim ve egonun bir başka tanımı olarak karşımıza çıkıyor. Benlik duygusu diğer adıyla acı beden, dünyanın en büyüleyici hikâyesidir. Kendimiz ile ilgili zihinsel anlamda oluşturduğumuz bu hikâyede geçmişte yaşadığımız her acının zihinsel kalıntılarından, tepkisel kalıplardan, kendimizle özdeşleştirdiğimiz ve bizim zannettiğimiz tüm bilgi, görüş, duygulardan oluşur. Hatta başarılarımız ya da başarısızlıklarımızdan…
Ancak bunların hepsi düşüncelerden, algılardan ibarettir. Merkezlenmek ve anda kalmak da bizi bu algılardan ve düşüncelerden kurtarması bakımından önemlidir.
Acı beden, duygusal acıya bağımlıdır. Geçmişten gelen acı ve duygularımız da dâhil. Bu eski acı hala canlıdır ve içimizde birikmiştir. Bizimle birlikte yaşayan geçmişimiz desek hiç yanlış olmaz. Bir bakıma kurban kimliğimiz. Geçmişin şimdiden daha güçlü olduğuna inanıyor olmamız dahi bu kimliğin oluşumuna sebeptir.
Geçmişte kendinizi kurban gibi hissetmiş olabilirsiniz. Başkalarına bunun oluşmasını sağlayan gücü kendi ellerinizle vermiş olmanıza rağmen bilinçsizce öfkelenirsiniz. İşte tam o an içinizde biriken olumsuz düşüncelere dalmayı “seversiniz”. Bu sevgi acı bedeninizin uyandığını gösterir. Ve size daima haklı olan bir kimlik yaratır.
Öfke, acı veren duygular, derin üzüntü, korku, karanlık bir ruh hali, acı ve drama arzusu, duygusal acıya bağımlılıktan oluşan bu kimliği kendiniz zannederek özdeşleşirsiniz.
Acı beden, acıyı sever. Ve en son istediği şey acıdan kurtulmaktır. Artık akıl ele geçirilir. Mutsuzluğa duyulan bu derin ihtiyaç bilinçsizdir, yoksa asla hayatta kalamaz. Bu nedenle farkındalık bu hastalığın tek ilacıdır.
Bazen paranoya olarak görülür. Herkesi düşmanı olarak görür ve onlardan korkar. Bu korku ile beslenir.
Acı beden, mutsuzluğa bağımlılıktır. Geçmişin acısını yeniden hissederek tazelemek ister. Bazen defalarca anlatır, anlatır… Bu, acı beden için zevktir ve daha fazlasını yaşamak ister.
Dikkat çekici olan şey şudur; ego tarafından ele geçirilen insanlar hapishane hücrelerini severler. Yani sürekli şikâyet ederek aslında “kendini acı ile var eden” bir kurban olarak görmeyi severler. Sorunların çözülmesini istemezler çünkü özdeşleşmeler ile acı beden onların kimliğinin bir parçası haline gelmiştir.
Tüm bu problemler ve tüm bu şikâyetler bir imaj tanımlar. Kişi artık “birisi” olmuştur. Ego veya acı beden bu nedenle daha fazla olumsuzluk çekmek isteyecektir, böylece daha fazla şikâyet edebilecek hakkı kendinde bulur.
Şikâyet etmek, egonun kendisini güçlendirdiği favori yollardan biridir. Dahası acı beden öfke, çatışma yahut başkalarının benlik duygusunu azaltan bir yorum yaparak kendi kimlik duygusunu pekiştirir. Aslında bu durum bilinçsizce gerçekleşir ancak acı ile var olmak kişiyi bir an için iyi hissettirir. Çünkü şikâyet edildiğinde bunun anlamı ben haklıyım mesajı vermektir. Ben duygusu güçlenirken de başkasının suçluluğu acı bedeni güçlendirir.
Acı bedenin hâkimiyeti altına giren kişilere dikkatli bir şekilde bakıldığında şu durum görülür. Düşünme biçimi ve davranışları, başkalarına ve kendilerine acı çektirmek üzere inşa olmuştur.
Sürekli kendini sabote eden, acılara tutunan, bir türlü acısını bırakmayan insanlar kendilerini şöyle tanımlarlar: “Şikâyet eden ben”, ”ben ve benim sorunlarım”, “ben ve benim şikâyetim.”
Gerçek şu ki, şikâyet etmek durumu iyileştirmiyor ve çözüm ancak kabul edip ve teslimiyet göstermekten geçiyor. Orada acı çeken “ben” olduğu sürece “sen” olamayacaksın çünkü.
Korku, yetersizlik, güven ihtiyaçları ile sınanmaktan sıkılmadık mı artık? Üstelik bunu isteyerek yapan, tetiklenmelere farkındalıksızca izin veren yine biziz.
Merkezimizde tüm olanlara bir meydan okuma yok aksine teslimiyet var, sükun var, huzur var, sessizlik var ve her ses acı bedenin bir akla uydurma çabasından ibarettir. Bu durum da bizi her zaman merkezimizden uzağa fırlatır.
Merkezimizde sadece kendi gerçekliğimiz ve mağrifet bilgimiz bulunur. Peki, bizi kendi gerçekliğimizden uzaklaştıran ve bir başka sese inandıran nedir? Ki bu ses çoğunlukla zihnin sesi olduğunu bildiğimiz halde.
“Seni değersiz kılan nedir?” diye sormak bu bilinçsizce yaşadığımız halden bizi çıkarsa da belki de asıl soru şu olmalıdır:
Hani bizim özgür irademiz nerede?
Yorumlar