AH SAMİRİ YAKTIN BİZİ
AH SAMİRİ YAKTIN BİZİ
SERKANT DERVİŞOĞLU
İnançlı olmak gerçekten zordur. Eğer üzerine tefekkür etmeye ve samimi olmaya kalkarsan, lafla değil, hayatında yaşaman gereken bir gerçekliğe dönüşür. Bunu kabul etmek gerekir küçük prenses.
Hayatın her alanı böyledir aslında. Okulda birçok şey öğrenirsin ama uygulama hiç beklemediğin yerden gelir. Ne yapacağını bilemezsin, bocalarsın, altında ezilirsin. İlk hastasına acilden giriş yapan bir doktoru düşün. Yaralı biriyle karşılaştığında, birden hayat onun elindedir. Yıllarca öğrendiği bilgiler film şeridi gibi gözünün önünden geçer. “Allah’ım yardım et!” diye haykırır. Hatta “Bir şey olsa da buradan kaybolsam, hiç yaşanmamış gibi olsa,” diye içinden geçirir.
Allah’ım… Ne zor. Ama işte böyle böyle öğreniriz.
Her inanç bir iddiadır, sorumlulukları vardır ve senden bir şeyler alır. İddia ettiğin inanç yavaş yavaş hayatını ele geçirir. Zamanla sen o olursun. Doktordan örnekle devam edersek, artık bir nevi Hipokrat yemini etmişsindir. Sistemin çarkında bir dişli de sen olursun. Seninle birlikte zaman dönmeye devam eder ta ki çalışamaz hâle gelene kadar. Sonra bir usta gelir, seni alır, yerine başka bir dişli koyar.
Teşekkür ederiz… Ama bu teşekkür sadece lafta değil; gayretinle, azminle ve inandığın şeyi yaşamanla anlam kazanır.
Elbette insan bu vazifeyi yerine getirirken çok fazla git-gel yaşar. Öyle hastalar gelir ki, doktoru mesleğinden soğutur. Hatta onu insanlıktan çıkacak davranışlarda bulunmaya iter. Bu sıkışmışlık, çileden çıkma hâli belki de onu paraya yöneltir. “Ne kadar para, o kadar köfte,” zihniyetiyle robotlaşır. Şifa arayan kişi artık umrunda bile değildir. Öğrenip yaptığı şeyleri sadece kendinden bilir. Hastanın varlığı ona hiçbir şey ifade etmez. Kendini öyle yüce bir yere koyar ki, “Ben olmasam bunlar ölür,” diye böbürlenmeye başlar.
Ne kadar acıklı, değil mi?
Oysa bilse ki, o çaresizler kapısına gelmese onun varlığı bile konuşulmaz.
Sistem çok garip, anlaşılması zor paradokslarla dolu. Çözmeye çalışırken inançlarınla da çarpışırsın. Tıpkı o doktor gibi... Herkes gününü gün ederken sen “Ne gerek var bütün bu yükü taşımaya?” dersin. Modern hayatta inançlar, insanı çoğu zaman daha da zorlayan ikilemlere sürüklüyor. Tatsız, tutsuz bir ibadet hayatı yaşanıyor. İnsan, karşılığını göremediği bir inancın içinde sıkışıyor. Nasıl uygulayacağını bilemediği, sahte ve yalancı bir iddia hâline gelen bir inançla, kendisinden tiksinen biri hâline geliyor. Ya da vicdanını rahatlatmak için bir şeyler uyduran bir sahte peygambere dönüşüyor. Ya da Samiri gibi yapma buzağıya tapan biri oluyor.
Samiri’den çok da farkımız yok aslında. Emin olun, Hz. Musa ve Hz. Harun gibi iki büyük peygamberin varlığına rağmen, Samiri insanları yapma buzağıya yönlendirdi ve iman eden Yahudilerin yönünü değiştirmeyi başardı. O kadar çileyle ümmetini hizaya sokan Hz. Musa, bir anda ümmetinin yarısını kaybetmişti adeta.
İlla farklı bir tanrıya inanmaları gerekmiyordu. Bu kıssayı anlatırken genelde, “başka bir tanrıya inanan hainler” gibi düşünülüyor ama gerçek bu değil. Altından yapılmış, içi oyuk, bir tarafından hava girip çıkan bir heykel... O sesiyle daha etkili hâle geliyor. Bir nevi “abra kadabra” gibi.
Peki şimdi yok mu bu tür şeyler? Sana yıllarca bir şeyler öğretiliyor. İlla irrasyonel bir şey olması gerekmiyor. Bilimsel ve somut bile olsa: Sen çalış, çabala; bir gecede kumarda her şeyini kaybet. Sonra hayatın altüst olsun. Orada kazanan insanları görünce sen de para yatır. Başında biraz kazan, sonra yavaş yavaş her şeyini kaybet...
Samiriler her yerde. Yapma buzağılar da...
Peki sen neredesin?
Hayata karşı bir duruşun olmayacak mı?
Her masada olayım derken, kim olduğunu bile kaybettin. Dışarıdan şık, ihtişamlı, popüler görünebilirsin ama içeride ne var? Kendine ne zaman, inandığın şeyin ete kemiğe bürünmüş hâliyle vakarlı bir duruş sergileyeceksin?
Çok enteresan değil mi? Ne zaman altüst olsak hemen kendimize bir yapma buzağı bulup ona yöneliyoruz. Rahatlama mekanizmamız çok aktif. Bu yetimiz bizi kusursuz ve sürekli haklı çıkaran bir noktaya itiyor.
Nerede tevazu? Nerede vakar?
Kayıp bir hazine gibi... Belki korsanların sakladığı gizli bir harita. O haritaya ulaşmak gerçekten çok mu zor? Onu gerçekten korsanlar mı sakladı? Kaptan Hook’un hikâyesi mesela... Sol gözü kör, topal… Bana hep saçma gelmiştir. Çünkü o, bulmak istemeyen bir adamın hikâyesi gibi. Gittikçe zorlaştırıyor. Belli ki gitmek istemiyor. Aynı bizim bahanelerimiz gibi.
Eğer bulmaya niyeti olsaydı –yani değişmeye niyeti olsaydı– ya da o niyet onda bir ilham olsaydı...
Yorumlar