SANA GİTMEYEN YOLDAN GERİ ÇEVİR

SANA GİTMEYEN YOLDAN GERİ ÇEVİR 
SERKANT DERVİŞOĞLU 

“Yâ Râb zî dû kevn biniyâzem gerdân
Ez efser-i fakr ser-efrâzem gerdân”
(“Ey Allah’ım! Beni iki dünyada da muhtaç etme. Yokluk tacı ile başımı yücelt.”)
Hz. Mevlânâ bu sözleri söylüyor. Bu sözleri, Mustafa Kuçek Dede Bayatî makamında bestelediği Mevlevî Ayini’nde, kendinden geçen semazenlerin birinci selâmında güfte olarak koymayı uygun görmüş. Bazen düşünürdüm. Bestekârlar, özellikle Mevlevî ayinleri için, her selâmın bir mânası ve havası olduğunu bildikleri için, bu yerleşimleri öylesine yapmazlar. Uzun uzun anlatmayacağım, daha önce yazmıştım bu konuyu. Ama şu bir gerçek. Neden bu sözleri birinci selâma koymuştu? Rastgele olamazdı sanırım. Umarım bir gün anlarım inşallah.
Konuyu dağıtmayayım. Bu söz hep gönül dünyamı meşgul etmiştir. Yaşadığım hadiselerde, kulağıma gelen bir hatırlatıcı gibi olmuştur adeta. Zaman içinde bu sözü farklı şekillerde idrak ettim. Hazret, “iki dünyada da muhtaç etme” diye niyaz ederken Rabbine... Hadi kardeşim, bu dünyayı anladık, peki “diğer dünya” neydi? diye sorası geliyordu Küçük Prens’in.
İlk zamanlar, öldükten sonraki âlem geliyordu aklıma. Belki hâlâ da öyledir, çünkü ilk çağrışım buydu. Böyle aşık bir adamın, öldükten sonra Rabbinden uzak tutacak herhangi bir lütfa bile muhtaç olmak istememesi mantıklıydı. Sonrasında, maddî-manevî senden gayrı şeylerin seni meşgul etmesini, seni unutturmasını, seninle irtibatı kesmesini istememesi daha tutarlı gelmeye başladı. Bu hâlden münezzeh olmak istemek... İşte buna talip olma arzusu...
Hayatımızı o kadar çok başkaları üzerinden şekillendiriyor, ipin ucunu bırakarak yaşıyoruz ki... Bu, en alt seviyesi. Bir de yaşantının olgunlaşma süreciyle beraber, başka bir şeye “muhtaç uydu” hâlinde, onun yörüngesinde gezmeye başlıyoruz. Her halükârda, kendimize “uydu” yapılacak bir şey buluyoruz. Ve o şeyler olmazsa, sanki yaşamımız ve varoluşumuz tehlikeye giriyor gibi hissediyoruz.
İnanın, Allah’tan her uzaklaştığınızda ve olayların bağını O’nunla kurma bilinci zayıfladığında — ve bu yönde bir çaba da göstermediğinizde — Allah adına, din adına, ya da her neye inanıyorsanız, hayalî bir “yaratıcı” inşa edip ona tapmaya başlıyorsunuz. Bu da çoğu zaman kendimiz oluyoruz.
Ürettiğiniz put: kendiniz... Sürekli fark edilmek, bilinmek, kadir kıymet bilinmekle parlatılan bir şey olması lazım ki, bir şeye benzesin, değil mi? Yoksa yok olur, küf bağlar, manasızlaşır. Arada bir su şişemin yosunlanması gibi bir hâl alır, Küçük Prenses…
Fark ettim ki, insanların fark edilme çabaları farklı farklı... Herkes şuursuzca bir yöntem bulmuş:
Kimisi narsistçe yapıyor, kimisi gizli şirkle, kimisi dünyayı kurtaran ve olan biteni haber eden kişi gibi davranarak, kimisi duygu durum bozukluğuyla, kimisi komplo teorileriyle, kimisi coşkunluk ve teşhircilikle, kimisi korkularıyla, kimisi duyar kasmayla, kimisi kurban psikolojisiyle, kimisi sürekli kusur görerek, kimisi problem çıkararak, kimisi var gücüyle muhtaç olarak, kimisi kendini köleleştirerek, kimisi sürekli konuşarak, kimisi mağdur oynayarak, kimisi tek kahraman benim, mehdi benim diyerek…
Yâ Rab, hakikaten, sen bizi var olma sebebimizi unutturan, bu sayamadığım aleni ve gizli her türlü muhtaçlıktan kurtar. Belki bunlar, bu fani dünyada bizi değerli ve kıymetli yapabilir, ama biz biliyoruz ki bunlarla hakikatten eksik kalacağız, gaflet içinde olacağız.
Dillerimiz, düşüncelerimiz, niyetlerimiz ve amellerimiz arasında sürekli bir farklılık ve tutarsızlık olacak. Riyâ içinde bir yaşam süreceğiz. Senden uzaklaştığımızda korku, şek, şüphe ve tereddüt içinde kavrulacağız. Çünkü başka tanrılara muhtaç olmuş olacağız. Onların istekleri üzerine hareket edeceğiz. Sen bizi özgür, cennet atına binen, adaletle kılıç sallayan yaparken; biz diğer tanrıların köpeği olacağız.
Sürekli kafası karışık, ahmak, geri zekâlı, cahil, kindar, yalancı, tembel, ziyan içinde, pis kokan, kendini beğenmiş, kibirli, çok konuşan, zayıf karakterli, tutarsız, güvenilmez, ürkek ve saldırgan, saman altından su yürüten tanrıların uydusu hâlinde... Hele bir de dolunay gibi parladılar mı, içlerinden kurt adam çıkar gibi, onların yemleri olacağız. Ve bunu marifet sayan mukaddes varlıklar gibi, kendimizi değerli ve has altın gibi kıymetli sanarak ortalarda dolanacağız...
Ve aziz dostlar... Hz. Mevlânâ ayine devam ederken, Kuçek Mustafa Dede şu sözlere yer veriyor Rumi’den,
“Ender harem et mahrem-i râzem gerdân
Ân reh ki ne sûy-i tüst bâzem gerdân”
(“Senin kendi hareminde beni sırlara mahrem eyle. Sana gitmeyen yoldan beni geri çevir.”)
Hu diyelim.
Huuuuuuuuuuuuuu...
 

Yazıyı Beğen :     0
Paylaş :